Hapislik, aşk, şiir deniz ve babam... (Güzel Yücel Gier)
Ağız dolusu küfürleri şiire yakıştıran oydu.
Ne kadar rezil olunsa o kadar iyiydi ve bu hayat içindi...
Hiçbir düz yazı Can Yücel’in şiiriyle yarışamazdı.
Güzel Yücel de babasını anlatan yazıyı hep geciktirdi, çünkü
yazmak biraz da ölümünü kabullenmekti. Şimdi o dar
kapıdan geçti, Can Yücel’i, onun yaşadıklarını, paylaştıklarını, kendi yaşamına yön veren sözcük ve şiirlerini yazdı.
DENİZCİ KIZ ŞAİR BABAYI ANLATIYOR...
Büyük depremden, 17 Ağustos’tan beş gün önceydi, Can Yücel gidiverdi. Şiiri sevsin sevmesin, herkes biraz eksildi,
ama Kuzguncuk’taki gürül gürül ev, daha bir sessizleşti. Güzel Yücel Gier, işte o sessizliğin öncesini yazdı, babasının çocukluğuna denk düşen hapisliğini, şiirlerini, sohbetlerini, Datça’yı, “Can Evi”ni ve elbette özlemini...
GÜZEL YÜCEL GİER
Uzun süre babamı anlatmakta zorlandım. Onun gidişini, ölümünü kabul etmek zordu. Onu anlatmak ölümünü kabul etmek gibi geldi hep. Onun için ise ölüm ve hayat hep iç içeydi. Hayatından biri kayıp gittiği veya yeni biri geldiğinde kalemi kağıdı alır, şiir yazardı. Bu şiirler bazen de çok sonradan gelirdi. “Hayatta En Çok Babamı Sevdim” adlı şiiri, babasının ölümünden çok uzunca bir süre sonra yazmıştı. Dediğim gibi, insanın babasını anlatması zor, hele, hele “Can Baba” olmuş bir şairi, çok sade, aynı zamanda karmaşık olan Can’ı.
Sevgisi ve öfkesi bol olan bi adamdı. Hümanizmayı sadece insan sevmek diye algılamazdı“Sevilmeyecek herifler de var” derdi. Bu yüzden, içindekini,
kafasındakini söylediği için sevildi. Bizim ev sevginin, öfkenin, coşkunun, yani patırtının olduğu bi evdi.
Bu eve kimler gelmezdi ki... Şimdi aklıma gelenler; Selim Turan, Avni Arbaş, Ulvi Uraz, Edip Cansever,
Turgut Uyar, Sabahattin Eyüboğlu, Azra Erhat, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Mehmet Ulusoy, Genco Erkal, Metin Eloğlu, Metin Deniz, Kuzgun Acar... Evde şiirler yazılır, okunurdu. Eğer babam oyun yazıyorsa veya çeviriyorsa oyuncular eve gelir, evde prova yapılırdı. Shakespeare’in Fırtına’sını çevirirken, gemiye benzeyen evimizde, ailecek kendimizi fırtınanın ortasında, dalgaların arasında buluvermiştik. Bu arada memleket de fırtınalı, sorunlar, sorular bitmiyordu. Bunların altından nasıl kalkılacağı, solun ne tavır alacağı konuşulur, sosyalizm, Marksizm üzerine tartışmalar yapılır, bazıları da oldukça hararetli geçerdi. Boğaz’ın kenarında bulunan ev, gelen, giden ve yaşadıklarımızla öylesine
hareketlenirdi ki, boğaz akıntısı gibi akar dururdu...
Can Yücel’i, babamı besleyen ana damardan biri ailesiydi. Çok ilginç kişiler vardır ailede, tarihi III. Selim’e dayanır. Kaptanları boldur, ve Mevlevi geleneği ağır basar. Büyük dedelerden biri Abdülhamit dönemi Ertuğrul firkateynin süvarisi Ali Bey, Osmanlı’nın Doğu’ya doğru dönüp, Japonlarla ilk ilişkiyi sağlamak için yolladığı geminin süvarisi, yani kaptanı. Sefer dönüşü gemi Japonya açıklarında fırtınaya tutulup sulara gömülür. Bizler bilmeyiz, ama Japonlar hala bu olayı anımsarlar. Dedelerden biri posta-telgraf nazırı, yani bakanı, onlardan sonra Mevlevi bir büyükbaba ve baba Hasan Ali Yücel gelir. Babam, Hasan Ali Bey’i şöyle anlatırdı: “Abdülhamit dönemi ortalık karanlık. Havada kara kara bulutlar. Herkesler evinde, perdelerin aralığından bakıyorlar dışarıya. Hep bi korku var. Bizim Hasan Ali 10 yaşlarında, yıl 1908, Meşrutiyetin ilanı. Bizimki de kendini sokağa atıyor, ‘Hürriyet hürriyet’.... Kapının eşiğinden o atış, bi daha eve girmedi.” Can Yücel de Osmanlı’dan Cumhuriyete dönüşümü gerçekleştiren, bu ana kararı alan aileden gelen birikimle kişiliğinde şairliğinin yanı sıra siyaseti barındırdı ve Marksistliğini yaşamı boyunca sürdürdü.
KÜT PARMAĞIMA...
Dediğim gibi çocukluğumuzda eve sanatla, politikayla ilgilenen bir sürü insan gelirdi, aynı onun baba evinde olduğu gibi. Dedem bakanlıktan ayrıldıktan sonra da her perşembe toplantı düzenler, arkadaşlarını çağırırmış. Bu perşembe toplantılardan birinde Dragos’taki evde masada boş sandalye kalmamış. Ahmet Hamdi Tanpınar da gelince babam ona içerden sandalye getirmiş. Tanpınar , “Bi tane daha getireceksin” demiş, babam “Getiririm de niye” diye sormuş, “Ayağımı burktum, onu ayrı bir şahsiyet saymak zorundayım” yanıtını almış. Tanpınar ile ilgili bir başka hikayede şöyle: 10-12 yaşlarında şiirler yazan babam, bir gün, kütçe olan parmağı için de bir şiir yazmış ve Tanpınar’a okumuş. O da dedeme “Yahu Hasan Ali, bu genç şairler bir tuhaf” demiş “herif başparmağına şiir yazıyor, ama dikkat et bu oğlana, bu şair olacak”. Babamın, çocukluk ve gençlik dönemine ait şiirlerini Hasan Ali Bey “Yazma” adlı şiir kitabında toplamış. kapağını da Bedri Rahmi Eyüboğlu yazma motifleri ile süslemiş.
METİN ŞİİR YAPAR DA...
Babam delikanlılık çağına gelince evden ayrılmış, kendi yaşdaşı şair ve yazarlarla beraber olmaya başlamış. Metin Eloğlu ile aynı evde oturmuşlar. Onların yazdıkları şiir de, yapmak istedikleri şiir de birbirine benzer, buna yüksek sesle, bangır bangır okunabilen şiir derler... O dönemi şöyle anlatırdı:
“Beyoğlu’nda, Bursa Sokagı’nda Metin Eloğlu’yla bir odada oturuyorduk. Para pul yoktu. Yeni Sabah’ta çalışıyordum, ama elime fazla bir şey geçmiyordu. Metin çalışmazdı, hayatı boyunca da çalışmadı. Bana annem yardım ediyordu. Bir gün teyzem, annemle birlikte eve geldi, evi temizleyip toparlayacaklardı. Teyzem anneme sordu Bu Metin Bey ne iş yapar’, annem de ‘şiir yapar, satar’ dedi. Ben de ‘Metin şiir yapar da satamaz’ diye ekledim...”
Babam, evden taşıdığı birikimine, hem lisede hem de Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nde eğitimini aldığı Yunan-Latin kültürünü eklemişti. İngiltere’de Cambridge Üniversitesi’nde Yunanca ve Latince eğitimine devam etmiş, sonra da uzun süre aslında bir tekrar yazma olan (Türkçe söyleyen) çeviriler yapmıştı. Güler’le, annemle bu arada tanışmışlar. Annem akademide Bedri Rahmi’nin öğrencisiymiş, aşık olup evlenmişler...
60’lı yılların başından 12 Mart’a kadar yoğun bir biçimde politikanın içindeydi, babam. 12 Mart döneminde Che Guevara ve Mao’dan yaptığı çevirilerden dolayı 15 yıl hapse çarptırıldı. Biz o zaman çocuktuk. Babam Toptaşı hapishanesinde yatıyordu. Bir gün ziyarete gittiğimizde başka bir yere yollandığını gardiyandan öğrendik. Nereye gittiğini bilmiyorduk, kimse de bilmiyordu. O, o sırada Adana hapishanesine doğru yol alıyormuş:
“Bileklerimizi morartmış yeni Alman kelepçeleri/Otobüsün kaloriferleri bozuldu Kaman’dan sonra/Sekiz saat oluyor karbonatlı bir çay bile içemedik/Başımızda prensip sahibi bir baş- çavuş/Niğde üzerinden Adana Cezaevine gidiyoruz.../Bi sen eksiktin ayışığı/ Gümüş bir tüy dikmek için manzaraya!”
ŞU İNSAN BEYNİ…
Hapishaneden şiir yollardı, babam. Bir gün koğuşta bir hengamede üzümden şarap yaptıkları ortaya çıktı. Herkesi falakaya yatırdılar. Babam “Falaka” şiirini yazdı. Şiirde, Adana’nın sıcağında mahkumları attıkları
“Dip Kapalı”yı anlattı, vaziyet kötüydü. Şiir, dışarıya çıkartmaya çabalarken üzerinde yakalandı, hapishane müdürü çok kızdı. O günden sonra babamın üstünde hep şiir aradılar! Şiirin ve şairin ne menem tehlikeli olduğunu 10-12 yaşlarında anlamıştım. Başka mahkumlar bu şiirleri dışarı çıkarmaya yardım ederlerdi. Eve gelen şiirlerden babamın ne halde olduğunu anlardık Biz de dışarıda direndik. Hapis insanların içine kapatıldıkları yerdir, ama o bunu tersine, yani şiire döndürdü. Çıktıktan sonra “Bir Siyasinin Şiirleri” adlı kitabını yayımladı. Hapishane bir anlamda şiirini, dolayısıyla yaşamını görünür kıldı. Kendini öğrendi. Kendini öğrenmek çok önemli bir şeydir, bir çeşit çileye soyunmaktır. Onun bilgeliği belki de orada, hapishanede oluştu.
Hapishaneden çıktığı dönemde ben ortaokulu bitiriyordum. Oturduğumuz yalıda ufak bir kayığımız vardı. Bütün bir yaz üzerinden inmez, balık tutar, midye toplardık. Bu arada söylemeden edemeyeceğim, iyi midye dolması yapardı. Bol bol sohbet ederdik. Meslek konularında da konuşurduk, insanın yaptığı işi adam gibi yapması gerektiğini söylerdi. Bu yüzden, özellikle yaptığımız işler hakkında bizimle çok konuşurdu. Beykoz’da japonlar bir denizcilik-balıkçılık meslek lisesi kurmuştu. Bana “Bu memlekette bu kadar deniz var, fazla adam yetişmiyor, sen denizi de seviyorsun, burayı bir dene” dedi. Ben de o tarihten beri denizle ilgili çalışıp duruyorum. Su ressam oldu. Babamla çok ortak işler yaptılar. Hasan tıbbiyeyi bitirdi, beyin konusunda araştırmacı oldu. Babamın en merak ettiği konulardan biri de beyin üzerine araştırmalardı, sınıf arkadaşı beyin cerrahı Gazi Yaşargil’i takip ederdi. Bir konuşmasında şöyle demişti:
“İnsan beyni tam çalışmıyor, çok küçük bir kısmı çalışıyor. İnsanlar bunu kapatmak için şiirdi, musikiydi, ilahiydi bir sürü şey çıkarmışlar. Bir nevi beynin genişletilmesi hadisesidir şiir, beynin olanaklarının kullanılması olayıdır.”
YİYİN, BANA ŞÜKREDİN, KÜFREDİN!
Evde çalışırdı. Kahveye giderdi. Mahalleli onu tanırdı. Şiiri mutfakta da yazardı, kahvede, meyhanede de. Datça’da da köy kahvesinde oturur, köylü ile siyaset, köyün durumu hakkında konuşur, hikayelerini dinler, hikayeler anlatırdı. Güncelliği son derece önemser, ne olup bitiyor, devamlı takip ederdi. Eve tüm gazeteler alınır, yorumlar yapılırdı, çocukluğumuzda da haberleri dinlerken ses çıkarmak mümkün değildi.
Hayat onun esin kaynağıydı. O şiiri sokağa çıkardı ve gündelikle buluşturdu, sokağın diliyle şiir arasındaki sınırları kaldırdı. “Hayata yabancı olan şiire de yabancıdır” derdi “Hayat ve ölüm bir bütündür. Şiir bu bütünden çıkan büyük bir çılgınlıktır”. Bu onun dünya görüşü ve siyasal anlayışının bir uzantısıydı. Siyasetin tepeden inme değil, nesneye ve olaylara dokunarak yapılacağını biliyordu. Şiiri gündelik hayatla kuşatırken ne romantizme ne de ütopyaya uzaktı, ama sözü en somutlaştırdığı anda bile, şiir imgeden kopmuyordu.
Hayata adanmış bir şiir, ancak hayatı yaşama biçiminden çıkabilirdi. Hayatı şiire, şiiri hayata taşıdı, argo, küfür şiirinden eksilmedi. “Çok ağır geçen hayatımızda hiciv, hayatla dalga geçmek, bütünselliği bozmayacak ana çaredir” derdi. Şiirinde ve hayatında kendisiyle dalga geçmesi de bu yüzdendi. Küfür ve argo şiirin “Can” damarıydı:
“Yazılmış şiirin üstüne koyduğun somun/ Sözcükler ekmeğin lokmaları gibi./Ben size lokmalardan kurulmuş bir şiir veriyorum./Yiyin, bana şükredin, küfredin!”
Babam, özellikle Datça’da doğayı daha bir yaşamında ve şiirinde hissetti, unutulmuş, kaybolmuş çiçeği, börtü böceği, otu şiirinde buluşturdu. Elbette bunun da politikasını yaptı, bize de, köylülere de tarım politikasının nasıl çuvalladığını anlattı. Bir gün bana “Datça Tohum Bankası’nı kuralım” dedi, “Datça’daki bitkilerin tohumlarını toplayıp bu ithal tohum furyasından kurtulalım”. Biz tohum bankası kuramadık, ama “CAN EVİ”ni sözcüklerden oluşan tuğlalarla ördük. onun okuduğu kitapları, eserlerini, resimlerini, çalışmalarını buraya koyduk
Evimizdeyken, hep beraberken, öğleden sonraları dinlenmek için yatağına uzanır, bizleri çağırır, yanına, koluna yatırırdı. Bu yazıyı yazarken, o demlerde kokladığım, o güzel insan kokusu, babamın kokusu yeniden burnumu sızlattı...