Shakespeare'in metni sanki mayalanmış, bütün şiiri ve edepsizliğiyle ortaya serilmişti
Amerikalı şair Robert Lowell, hayatının bir döneminde bazı Rilke'leri, Baudelaire'leri, Villon'ları o kadar çok sevmiş ki, onları 'kendi dilinde söylemek' için büyük bir istek duymuş. (Bu bazı insanların başına sık sık gelir. Tutkuyla yapılan çevirmenliğin aslı faslı budur; kulağınızda dolanıp duran bir sesi kendi dilinizde de çıkartmak istemek.) Böyle durumlarda insan öncelikle öbür dilin güzellikleriyle, imkanlarıyla sarhoş olduğu için, kendi dili ona ilk bakışta eksik ve cılız gelir. ("Bu Türkçede nasıl söylenir ki ?!") Ama çok geçmeden bu atlatılır. Çünkü o sesi kendi dilinde de çıkartmak istemek, aslında kendi tuhaf, öksüz, harikulade dilinin imkanlarını da sevmek demektir. Dilin sınırlarını zorlamak, nereye kadar gidebileceğini görmek. "Çevirdiğim bütün şiirlerin orijinalleri önemli şiirlerdir," diyor Lowell, "Birçoğu İngilizce'de mümkün değildi. Bu yüzden (çevirilerimde) bana göre tam doğru sesi yakalamak için şairlerin kendilerine tanıdığı özgürlüğün aynısını ben de kendime tanıdım." Cesur karar; Lowell, bu 'çevirileri' bir kitapta topladığında da bu kitaba Imitations (Taklitler) adını vermeyi uygun görmüş. Hem bunlar orijinallerin taklitleridir demeye getirme alçakgönüllülüğü var burada, hem de çevirmenin o ebedi heyecanına, duyduğu sesi 'taklit etme' dürtüsüne bir gönderme.
Lowell'in 'taklitleri' Can Yücel'inkilerin yanında mahçup bir gençkızınkiler gibi kalır. Can Yücel, Fransızca'da panache, Yidiş'de chutzpah denen şeye sahip biriydi. Bu kelimelere Türkçe'de birçok karşılık önerilebilir ama Can Yücelcesi sanıyorum tektir-"taşaklı". Can Yücel, politikasında da, çevirisinde de böyle biriydi. Onun bu tavrının -diğer faydalarının yanısıra- Türkçe'ye en güzel Shakespeare çevirilerinden birini (belki de bir kaçını) kazandırdığını hatırlamak onu anmaktır. Başar Sabuncu'nun bir ara kurumsal Türk tiyatrosuna iman tazelememizi sağlayan - onra geçti- Bahar Noktası'nı (A Midsummer Night's Dream) seyredeli epeyce oluyor. Ama Can Yücel'in Shakespeare 'söyleyişi' hâlâ kulağımda: "...haydi kırbaçlayalım o lagar geceyi!" (Babaron rolündeki Yalçın Boratap'ın nefis vurgusuyla). Oberon, Babaron'du, Titania Müzeyyen, Bottom Öreke'ydi. Herşeyden önce dil mucizesini gösteriyordu; oyuncular yeniden doğmuş gibiydiler. O birbirinden lezzetli, hepsi Türkçe'nin değişik dönemlerine, değişik katmanlarına ait sözcükler karışımını şekerlemeler gibi ağızlarında yuvarlıyorlardı. Ne zevk. Hepsi de onları annelerinden babalarından, ailelerinden, alaturka şarkılardan, başka şiirlerden, hamasi nutuklardan, Rum ya da Ermeni komşularından, başka konuşmalardan hatırlıyorlardı. (Bu anlamda Can Yücel'in dili bir taklitten çok öteydi, koyu, güzel bir pekmez gibi akıyordu.) Shakespeare'in metni sanki mayalanmış, kabarmış, yeniden canlanmıştı, bütün şiiri ve edepsizliğiyle ortaya serilmişti. (Can Yücel'in 'Fırtına' çevirisi de aynı güzelliktedir.) Bir görüşe göre ise, Can Yücel tavrının gelip dayandığı sınır çizgisi, belki de Hamlet çevirisinde Danimarkalı prense "olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu..." yerine Türkçe'de "bir ihtimal daha var, o da ölmek mi dersin..." dedirtmesiydi. Hamlet böyle der mi demez mi, demeli mi dememeli mi? Her çağda her yola gelen Danimarkalı bunalım prensin Elizabeth döneminin bir çeşit Gülhane Parkı Konserleri ortamı için yazan bir yazar tarafından Meşhurların Hayatları gibi kitaplardan derlenip çatıldığını gözönünde bulundurursak, Shakespeare'in 'güzelliğinin' de her yola gelmesi, Brecht öncesi Brechtienliği, postmodernlik öncesi postmodernliği, fakat postu hiçbir "post -"a ya da 'modernite'ye kaptırmaması olduğunu düşünürsek, neden olmasın? Can Yücel tiyatro dilinin, özellikle de Shakespeare dilinin doğası itibariyle 'avam' olması gerektiği gerçeğini kavramıştı. Dil, özellikle sahne gibi yerlerde, yaşanan günün bütün inceliklerine sahip olduğu ölçüde gerçekten 'konuşuyor', bize acil bir şey söylüyor. Gerisi ölü doğmuş tiyatro.
Bu her yazara yapılabilir mi? Can Yücel'in -kendi ağzıyla da söylediği gibi- Tennessee Williams ya da Scott Fitzgerald gibi 'nazenin' bulduğu yazarlara fazla tahammülü yoktu. Bir zamanlar, Can Yücel'in Muhteşem Gatsby çevirisinin ilk cümlesi tüylerimi diken diken ederdi: "Toy çağımda bir öğüt vermişti babam, hâlâ küpedir kulağıma." (Arkasına bir dize daha koyun, halk türküsü olsun.) Zamanla biraz alıştım. Okuduğumuz kitaplar biraz da onlara yansıttıklarımızdır. Gatsby neden ille de Robert Redford ve şürekası olsun? Bu açılış cümlesi ona ait değil gerçi ama, serveti şüpheli, geçmişini ısrarla unutmak isteyen Gatsby neden Amerikanın içerilerinden üçkağıtçı bir müteahhitin oğlu olmasın?
FATİH ÖZGÜVEN