1940 senesi sonbaharında Ankara Erkek Lisesi,Yenişehir Tren İstasyonu karşısındaki kaya tepe üzerinde kurulmuş “Taş Mektep”
lakaplı tarihi binadan ayrılıp,Bomonti Bira Fabrikası`nın yanında yeni inşa edilen ****** Lisesi`ne taşınmıştı.Eylül ayındaki açılış
merasiminde tarih hocamız Müdür İhsan Bey lisenin önünde toplanmış birkaç yüz öğrenciye lisede büyük yenilik olarak fen ve ede-
biyat kollarından hariç bir de “klasik” kolun açılacağını müjdeliyor.Eski Yunanca ve Latince`nin öğretileceğinden Avrupa`da üniversite
tahsili yapmayı tasarlayanların bu sınıfı seçmelerini öneriyordu.Avrupa tasarım yoktu,fakat ani bir kararla bu sınıfa katılmıştım.
Can`la arkadaşlığımız,iç bağlılığımız,ilk sene yirmi,sonra dokuz öğrencili ufak klasik sınıfta başladı,üç yoğun sene sürdü.Sonbahar
1943`te mekanen ayrıldık,hem coğrafik hem profesyonel bakımdan bambaşka yönlere dağıldık.Kısa zaman gibi görünen 36 ayda alt-
yapı sütunları beyinlerimize sağlam dikildiler.Hakiki “büyüme”de çok saydığımız ve sevdiğimiz büyük ,kültürlü ve açık fikirli Eğitim Baka-
nımız Hasan Ali Yücel`in beyinlerimize açtığı boyutlar ölçülemez.Etrafı faşist Alman –İtalyan hükümetlerinin ordularıyla çevrilmiş Türkiye
Cumhuriyeti`nin eğitim bakanı,1941 senesi ortasında dünya klasik eserlerinin Türkçe`ye çevrilmiş nüshalarını ucuz fiyata genç nesle
sunuyordu.Edebiyat hocamız Cevdet Kudret Solok bu eserleri bizlerle tartışıyor,rahatlıkla ve büyük cesaretle Lessing`in “hümanizm”ini
açıklayabiliyordu.Aynı sene Alman Nazi Hükümeti,bütün Yahudileri imha etmeye karar vermişti.Genç Türk Cumhuriyeti`nin kudretli ve
cesur hümanist görüş açısını dünya kültür tarihi bir gün bir büyük olay olarak kutlayacaktır.
Bu yıllarda Can`la yalnız insanı,insaniyeti değil bütün doğayı,tüm yaratıkları kapsayan “metahümanist” sevgi ve saygı düşüncesini im-
gelemiştik.Can herkeste doğuştan bulunan “hümanizm” cevherini aklî,hissî ve dil kudretiyle işlemek yoluna düştü:
“Ben hep böyle yaşadım
Herkesi uyandırmak için
Vakti saati değildi belki
Belki de ben
Beceremedim.”
(Seke Seke`den)
Can istediklerini yetkin başardı ve kültür tarihinde yerini aldı.Her çağda,her kültürde olduğu gibi maddeciliğe doyamayanların çalar
saati duyacak hazırlıkları yoktu,diğerlerinin ise saati alacak,saati algılayacak kudretleri yoktu.Can`ın mesajlarını alan,anlayabilenlerin
sayısı az değil.Bir gün tamamen uyanmış dünyamızda Can`ın 1940-1999 senelerinde pürüzsüz aynaladığı bireysel ve toplumsal psiko-
lojik dinamizm takdirle anılacaktır.
Can hayatının son anına kadar çok şeylerden feragat edip kendini birkaç saatliğine,bir günlüğüne değil yarım asır çarmıha gererek
ve gerdirerek sonsuz bir cesaret ve metanetle,yalnız kendisinin değil insaniyetin ve tüm doğanın iç boyutlarını derin sevgi ve saygıyla
dile getirmeye çalıştı.
1941 senesinde Can`a Montaigne`den tercüme edilmiş Denemeler`in bir kısmını,edebiyat ve felsefeyi çok takdir eden babamızın kütüphanesinde bulup vermiştim.Can bu eserden çok hoşlanmıştı,”Ne yaman adammış bu annesi Yahudi Fransız asilzadesi” derdi.
Can bence,Montaigne`den bugüne dört asır kapsayan zamanda,iç dünyasında daha derine inen ve dip açıdan kendisini ve doğayı
açıklama mücadelesi veren büyük filozof ve şairdir.Onun kökü papatya çiçeğinin kökü gibi çok derinlerdeydi.Gelecek nesiller bunu
daha iyi görecek,besleyecek ve büyüteceklerdir.
Klasik sınıfta bir gün Fransızca hocamız,büyük eleştirmen Nurullah Ataç`la görüşürken,”Goethe şiirde ateşin etrafında dolaşmış,
Mevlana ise ateşin ortasına girmeye cesaret etmiştir” diye şakalaşıyorduk.Can doğal merakından,üzerinde ateş yanan toprağın altına
girip oradan yansılar vermekten ürkmemiştir.
Bana bir gün Montesquieu`nin Seneca`dan alıp işlediği “ölüm” hakkındaki düşüncelerini içeren bir yazısını vermişti.Pek hoşuma
gitmişti,tekrar tekrar okudum.Okulumuzda ilk defa 1942 senesinde yapılan hitabe yarışmasında bu yazıyı okuyup kazanmıştım.Ölüm
hakkında hayretim beni hep gölgem gibi kollamıştır.Ölümü annemin karnındayken Murat Suyu etrafındaki dağların mağaralarında
ailece esir olarak beklerken işlemiş olmalıyım.Hastalarımı ve meslektaşlarımı acunsal “sevgi ve saygı=metahümanizm” açısından
uyarmaya,uyandırmaya gayret ettim.Benim de içimden,”Belki ben de beceremedim” diyesim geliyor.
Hasan üç hafta evvel Can`ın durumunun ağırlaştığını ve benim için imzaladığı son eserini göndereceğini bildirdi.Mekanım Datça
Olsun adlı eseri 12 ağustos 1999`da elime geçti.”Gazi…gözümün bebeği…giderayak…” diye yazmış.Pek dokundu bana,hemen
bir cevap vereyim dedim.”Korkma Can…ben de,biz de,hepimiz de geliyoruz.” diye bir faks çekecektim,utandım ve böyle durumlarda
hep olduğu gibi sustum.O gün Can bizlere veda etmiş.
Ertesi gün Arjantin`deki bir kongreye katılmak üzere giderken uzun uçak yolculuğunda Can`ın eserlerini okudum.1999 mayısında
İstanbul`a geldiğimde bir kitabevinde 2 eserini Seke Seke ve Maaile`yi bulup almıştım.Tekrar tekrar okudum,Dianne`ye tercüme
etmeye çalıştım,onun da gözleri yaşardı.Son 10 sene içinde Türkiye`ye her gelişimizde içimi hem sonsuz bir sevinç hem de sonsuz
bir hüzün kaplıyordu.Can`ın şiirleri bu havayı tam yansıtıyor,hem sevinç hem hüzün dolu.
Geçen asrın son 55 senesindeki küresel,kültürel evrimleri,çok boyutlu düşünceleri ve hisleriyle,bozmadan zenginleştirdiği Türkçe`yle
eleştirdi.Türkçe`ye özenti tek kelime katmadı,dilimize atasözlerimizin içerdiği felsefi zenginliği getirdi.
Bireysel ve toplumsal evrimlerin sıkıntıları asırlardan beri her yerde,her zaman,her toplumda görülmektedir.Olgunlaşmanın yolu
uzun,pek uzun.Doğa nadiren sismograf gibi hassas bireyler yaratıyor.Onların evrimlere katkıları çok gerekli ve çok mühim.Onların
sevinçleri ve ıstırapları da ona göre büyük oluyor.Johann Wolfgang von Goethe 170 sene evvel,”Hayatımda tam mutlu olduğum anları
toplasam ancak birkaç dakika eder” demiş.
Başımız sağ olsun.Yakında buluşmak üzere.